Önceki yazımda, “Bahçeli ne yapmak istiyor?” diye sormuş ve henüz çok ham olan bu hamlenin birbirine zıt iki olasılığını değerlendirmiştim. Ama yazının sonunda da gerçek yaşamın akışında böyle hesaplanmış rasyonel gidişlerin olamayacağını ve “melez” bir pratiğin yaşanacağını vurgulamıştım.
İlk olasılık “Osmanlı’da oyun çoktur” üzerinden ilerleyip, Bahçeli’nin “oyun” kurduğunu iddia ediyordu.
İçi boş ama gürültüsü bol söylemlerle devletin dostça elini uzattığı görünümü verilerek barış umudu yaratılacak, daha sonra da medya ile bu görünüm köpürtülerek sanki barış olduğu inancı yaratılacaktı. Ama ortada hiçbir gerçek durum olmadığı, olup biten her şeyin görüntüden itibaren bir “oyun” olduğu anlaşılınca, oluşacak tepkiler acımasızca ezilecekti.
Bu olasılık 20. yüzyılın başındaki Ermeni tehciri ve soykırımı potansiyelini içinde taşıyordu. Kürt hareketi bütün kanatlarıyla sürece girip de aslında ortada bir şey olmadığını görünce eski “savaş” konumuna dönecek, ama “barışı bozan teröristler” olarak yaftalanarak devlet gücüyle ezilecekti.
İşte, “olmayan bir şeyi varmış gibi gösteren algı oluşturma, algıyı yönetme ve sonuç alma” taktiği!
Bu “oyunda” hesaplanmayan ya da görülmek istenmeyen durum ise, Kürt hareketinin ulaştığı askeri-politik konumlanmanın böyle bir gelişmeye izin vermeyecek bir düzeyde olmasıydı.
İkinci olasılık ise, devletin bir iç-restorasyon ya da reform yaparak Kürt sorununu aşma girişiminde olmasıydı.
Burada, devlet kuruluşundan itibaren uyguladığı “Kürt sorununu çözümsüz bırakarak” iç sömürge statüsünü kalıcılaştırmak konumlanışından şu ya da bu oranda kopuyor, sorunu “mümkün olan en az tavizle” çözmek istiyordu. Yürütülecek “Çözüm süreci”, Kürt hareketini “bölmek” hedefini de “gizli” bir bileşen olarak taşıyordu.
Böylesi bir reform ya da restorasyon hamlesi yerel ve bölgesel gerçekliklerden kaynaklanan “rasyonel” gerekçelere dayanıyordu.
İktidar, yerel seçimlerdeki yenilgisinin de açıkça gösterdiği gibi toplumsal desteğini kaybetme süreci içinde yıpranıyordu, boğucu sonuçlara yol açan yoksullaştırma politikaları her ne kadar sermaye güçlerini muazzam zenginliklere ulaştırsa da halkın hepsi alıştıkları yaşam koşullarını yürütememe ve en alt kesimler ise en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamama durumundaydı.
Devlet, yasasız, mafya ve tarikatlarla iç içe geçmiş, hatta kendisi çeteleşmişti. Meclis ve Anayasa Mahkemesi işlevsizleştirilirken Saray’ın denetim dışı odalarında alınan keyfi kararlarla ülke idare ediliyordu. Ortada olan “devlet” krizine Saray politikalarıyla kendi içinde parçalanan ve yoksulluk baskısıyla yozlaşıp çöken halkın sonucu olan “ulus” krizi de eklenmişti.
“Devlet” ve “ulus” krizde, halk yoksulluk içinde en temel ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda, iktidarın desteği azalıyor manzarasını çizerken Osmanlı’nın çözülüş yıllarını hatırlamamak elde değil; belirleyici önemde bazı farklar var ama: Gelişmiş bir kapitalizm; işçi direnişleri, kadın isyanı, Alevilerin hak arayışları ve Ermenilerden farklı olarak silahlı biçimlere de sahip olan Kürt halkının isyanı!
Öte yandan, bir restorasyon için en az önceki kadar önemli olan bir zorlanma alanı olarak bölgede yaşanan savaşın büyüyerek bütün bölgeyi sarsma olasılığının güçlenmesini vurgulayabiliriz.
Sorun “İsrail Türkiye’ye saldırır mı saldıramaz mı” basitliğine indirgense de, olup bitenler Türkiye açısından son derece yüksek riskler üretiyor.
İsrail’in şimdi Lübnan’a uzanan saldırıları, Gazze’yi ilhak etmek ve Lübnan’ın bir bölümünü doğrudan bütününü de dolaylı yollarla kontrolüne almayı hedefliyor. Lübnan’da kuracağı kontrole sırtını dayayarak Suriye’ye de doğrudan müdahale olanağını yakalayacak. Ama kritik olan İran; İsrail hazır yüksek moral ve inisiyatif kazanmışken İran’ı darbelemek ve halk isyanının önünü açarak Molla iktidarını devirip İran’ı kaosa sürüklemek istiyor. Sonuçta İran odaklı “Direniş ekseninin” yenilmesi ve ortaya çıkan boşluğa hamle yaparak diğer işbirlikçi Arap rejimleriyle birlikte ABD-İsrail odaklı bir yeni Orta Doğu yapılandırılması hedefleniyor.
Eh, Türkiye’nin olup bitenlerden doğrudan etkileneceği belli değil mi? Hem İsrail neden Türkiye’ye saldırsın, aynı ABD/NATO ekseninin birbirleriyle anlaşamayan kardeşlerinden başka nedirler ki? Ticaret bütün hızıyla sürmüyor mu?
Ancak, İsrail’in vurucu güç olarak önünü açtığı gelişmelerin yaratacağı sarsıntılar deyim yerindeyse bir “bölgesel deprem” ağırlığını taşıyor ve elbette Türkiye’yi de sarsacak! Dolayısıyla “İsrail Türkiye’ye saldırır mı” sorusunun cevabı hem “evet” hem de “hayır!”
İran saldırısının kapasitesi şayet rejimi sarsacak düzeyde olursa, zaten meşruiyeti zayıflayan rejim kontrolünü yitirmeyle yüzleşebilir ve ülke parçalanma ve işgal girişimlerine uğrar. Kürt bölgesiyle PKK’nin etkileşime gireceği açık değil midir? Rojava’ya ek bir de Rojhilat!
İşte, olası süreci basit bir “oyun” olmaktan restorasyon ya da reforma dönüştürebilecek yerel ve bölgesel gerçekler var. Aslında pek de derinliği olmayan ve daha ziyade “betondan” oluşan “devlet aklı” üstüne yüklenen zorlanmalar sonucunda kendisini gene sürdüreceği ama kısmi tavizler vereceği bir restorasyon süreci denemek istiyor olabilir.
Daha çok “ulusalcı sol” kesimin dillendirdiği gerekçe ise Erdoğan ve onun şahsında kendisini ifade eden son 20 yıllık egemenlik alanının kendisinin devamlılığını sağlamak için Kürtlerin desteğini almak amacıyla bu hamleyi yaptığıdır. Tabii ki, sürecin iç ögelerinden birisi de budur, ama sadece buraya sıkıştırmak, Kürt sorununda yaşanan gerginliğin şiddetini “ulusalcı” önyargılarla görememekten kaynaklanıyor. Emekli generaller de aynı tutum içindeler ve hiç de rastlantı değil bu üst üste düşüş!
Tarihten ders almak iyidir: Tarih bugünde de kendisini sürdürme eğilimindedir; bugünün ürettiği kendine özgün eğilimlerle tarihin kendisini sürdürme eğilimleri hep bir çatışma içindedirler, çatışma her seferinde sonucun o yönde ya da bu yönde ağırlık taşıdığı melez durumlar üretir!
Her ne kadar başta Enver olmak üzere İttihatçı paşalarla anlaşamasa da Cumhuriyet’e damgasını vuran M. Kemal de İttihatçıydı ve Selanikliydi! Üstelik Osmanlı’nın Batı’dan en çok etkilenen ve Yahudi nüfusunun ağırlıklı olduğu bu kozmopolit şehrinin keyfini de çıkarmayı ihmal etmiyordu. Enver ise, her ne kadar şehrin modern kimliğinden etkilense de dinine düşkün mazbut yaşantısıyla her akşam denize karşı rakısını içmeden yapamayan M. Kemal’den çok farklı bir kimlik taşıyordu.
İttihatçılar yola “Osmanlı vatandaşlığı” hedefiyle çıkmışlardı; hangi inanç ve etnisiteden olursa olsun herkes yurttaş kimliğiyle devlete bağlanacaktı. Ama, iş işten geçmiş moment kaçırılmıştı: Batı’da Sırplar, Yunanlılar ve Bulgarlar başta olmak üzere herkes kendi ulus devletini kurma hedefiyle ayaklanmış ve dönemin ruhuna uygun bu ayaklanmalar başarılı olmuşlardı.
O durumda, doğuda Ermenilerin ve Kürtlerin, güneyde ise Arapların kendi ulus devletlerini kurmak için ayaklanmalarının sırasının geldiğini gören İttihatçılar, hızla “İslamcı” ve “Türkçü” bir yeni toplumsal asabiyetin çıkış yolu olduğu görüşüne sıçradılar. Devlet şiddetiyle asimilasyon ve boyun eğdirmeyi hedefleyen hatta Ermeniler söz konusu olunca soykırıma varan saldırılar başladı. Cumhuriyet tam da böyle bir yönelimin İttihatçı maceracılıklara uzak duran M. Kemal’in öncülüğündeki deyim yerindeyse “muhalif İttihatçıların” eseridir.
İşte, şimdi de, yola restorasyon ya da reform tercihiyle bile çıkılmış olsa, geldikleri politik ve askeri gelişmişlik düzeyine güvenen Kürtlerin “eşit yurttaşlık” talebinden aşağısını kabul etmeyecek tutumlarıyla yüzleşince mevcut egemenlik sisteminin zemininin tasfiye olacağı tehlikesini gören Bahçeli-Erdoğan’ın temsil ettiği sermaye ve devlet odağının ne yapacağı az çok belli değil mi?
Oluşan yeni durum, henüz bulanık, puslu ve şayet sürecekse neredeyse her aşamasında tuzaklarla dolu bir durum olsa da değerlendirilmelidir.
Bu bir süreçtir; her şey egemenlerin istediği gibi gitmez, nitekim öncekinde masayı devirmek zorunda kalmaları istediklerine ulaşamamaları yüzünden olmadı mı?
CHP’nin sürecin içine çekilmesi, masada olmaya zorlanması önem kazanıyor. Özel’in demeçleri masaya oturmaya istekli olduklarını gösteriyor, desteklenmesi gerekiyor.
Başarılamayan Emek ve Özgürlük İttifakı’nın yeni koşulları gözeterek acil olarak yeniden inşa edilmesi, sürecin ülkenin tümünde toplumsallaşması açısından önemlidir.
Türkiye devrimci hareketi, demokrasi sorununun günümüzde devletin yapısında odaklandığı ve burada “Kürt sorununun” belirleyici olduğu bilinciyle sürece yaklaşmalı, Kürt halkının elini sımsıkı tutmalıdır.
“Oyun” bu tür süreçlerin zorunlu bileşenidir, yakınmak değil, kendi oyununu kurmak gereklidir.
Her şeyden önce Öcalan beklenmelidir, İmralı’da neler oluyor ya da bir şey oldu mu öğrenilmelidir.
Öte yandan, İsrail’in son hamleleri uzun süren iç savaş sonrasında zaten epey zayıflamış olan Suriye’yi etkileyecektir. Bu durum Suriye’ye de “eşit yurttaşlık” ya da “federatif” bir ortaklaşma yönünde bir kez daha yönelmenin önünü açıyor.
Her durumda, şayet yarın “tamam, her şey bitti” dense bile, bölgedeki gelişmeler yeniden “masayı” dayatacaktır ve Kürtlerin her yeniden masaya oturuşta öncekinden daha güçlü olmaları yüksek olasılıktır.